BAŞLARKEN
Kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Osmanlı'nın sınırları yeniden çizildi. Türklerin bir bölümü Yunan topraklarında, Yunanlıların bir bölümü Türk topraklarında kaldı. 30 Ocak 1923'te Lozan Antlaşması'nın mübadele maddeleri imzalandı. Lozan Antlaşmasının tamamı Temmuz 1923'te devreye girdi. Yunanistan'daki Türkler Türkiye'nin çeşitli bölgelerine, Türkiye'deki Yunanlılar da Yunanistan'a yerleştirildi.
Mübadele sonrasında, mallar, bulundukları yerde bırakıldı. Değerleri "altın para" olarak yazıldı. 1930 yılında bir antlaşma imzalandı. Mal takası mahsuplaşması yapıldı. İhtilaflar çözümlendi. Yunanlılar borçlu çıktı. İtiraz etmeyenlerin hakkı yandı. Şu an elinde Yunanistan tapusu olanların, tapularının yalnız manevi değerleri var. Bu, yalnız mübadiller için geçerli. 1912 öncesi, 1945 sonrası ve 12 adadan gelenler için bu anlaşma geçerli değil.
Herkes, nerede olursa olsun, kendi bayrağı altında doğuyor; o kültürü benimsiyor.
Biz de, "cedlerimizin", babalarımızın, dedelerimizin, halalarımızın, babaannelerimizin, ... izini sürmek üzere "Lozan Mübadilleri Vakfı"nın çatısı altında toplanıyoruz. Kuzey Yuınanistan'da "Mübadil gezisi"ne çıkıyoruz. Amacımız, atalarımızın yaşadıkları toprakları, köyleri görmek; varsa akrabalarla tanışmak; oradan birkaç avuç toprak getirerek, buradaki mezarlarının üzerine serpmek! Gezi programı, katılanların köyleri doğrultusunda yapıldı. Herkesin köyüne uğrayacağız; tanıdıkları ve anıları arayacağız. Aramızda Karacaova, Kavala, Serez, Petriç, İskeçe, Selanik, Kılkışlı, Güney Makedonya, Selanik aşağı ve yukarı Kayalar, Kastoria, ... bölgelerinden kişiler var.
Otobüste toplam 43 kişiyiz. İkinci, üçüncü, hatta dördüncü kuşak mübadiller var. Dört günde toplam 2.250 km yol yapacağımızı düşünüyoruz.
Şurası bir gerçek ki, ne kadar mübadil varsa, acı ve duygu yüklü o kadar yaşanmış gerçek öykü var. Anlatımımızda, bu öykülerden bir kaçını sizlere aktaracağız. Mübadele, sosyoloji uzmanlarının mutlaka ayrıntılarıyla incelemesi gereken bir olay.
Hepimiz, hayatı yaşananır kılan şeyin, insanlarla ve doğa ile kurduğumuz bağlar olduğuna inanıyoruz.
Lozan Müdaliller Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç organizatörlüğümüzü ve rehberliğimizi, Lütfü Kuzucu tercümanlığımızı; Beytullah ve Abdullah beyler kaptanlığımızı yapıyor.
12 Ekim 2011 çarşamba gecesi, saatler 24.00'e yaklaşırken, İstanbul'dan ayrılıyoruz; heyecan ve duygu dolu yolculuğumuza başlıyoruz.
BİRİNCİ GÜN
YUNANİSTAN
Yunanistan'ın nüfusu 11 milyon. Nüfusunun % 50'si Atina ve Selanik'te yaşıyor. Atina 4,5 milyon; Selanik 1,5 milyon. Yunanistan'da 50 vilayet var. Vilayetlerin nüfusları 50 - 60.000 arası. Eskiden her vilayette vali vardı. Valiler, seçimle başa geliyordu. Son yıllarda reform yapıldı. Bölge valilikleri kuruldu. Birçok valilik iptal oldu. Buna "İyi yönetişim sistemi" dediler. Amaç tasarruf yapılması, bürokrasinin azaltılması.
Batı Trakya, 1912'de Bulgaristan'ın eline geçti. 1913'de, Bükreş Antlaşması'yla Bulgaristan'a bırakıldı. 1914'te Birinci Dünya Savaşı başladı. Birinci Dünya Savaşında Batı Trakya Cumhuriyeti kuruldu. Bu cumhuriyet 56 gün yaşadı. Sonra lağvoldu. 1920'de Sevr Antlaşması'yla, Batı Trakya Bulgaristan'ın elinden alındı. Yunanistan'a verildi. Lozan Barış Antlaşmasında Meriç nehri sınır kabul edildi. Yunan hükümeti halkı göçe zorladı. Türkler, sınır boylarından uzaklaştırıldı.
GÜMÜLCİNE
Sabah 06.00 gibi İpsala ve Kipi sınır kapılarından geçiyoruz. Yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra, Gümülcine'ye varıyoruz. Sabah kahvaltımızı Gümülcine'de (Komotini'de) yapıyoruz. Türkler, yoğun olarak Gümülcine'de bulunuyor. Saatler henüz çok erken. Dükkanlar kapalı. Sokak lambaları bile yanıyor. Sabah kahvaltısı olarak, birer parça börek alıyoruz. Çukurkahve'de çay eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Bundan sonra, artık, demleme çay bulamayacağız. Yaya olarak kısa bir gezi yapıyoruz. Eski çarşıyı, yeni ve eski camiyi, saat kulesini görüyoruz.
İSKEÇE
Yocularımızdan birinin annesi İskeçe'li. Gümülcine'den ayrılıp, İskeçe'ye (Xanthi'ye) geliyoruz. Meydanda otobüsten inip, yaya olarak kısa bir şehir turu yapıyoruz.
Lozan Antlaşması'nda, Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Yunanlıları kapsam dışı bırakılmış.
Batı Trakya'da "müftü sorunu" var. Hem atanmış müftü, hem de seçilmiş müftü var. Halk, kendi müftüsünü seçmek istiyor. Hükümet ise "Bu bölgede müftülerin yargı yetkisi var, bu nedenle müftüleri biz atarız" diyor.
İskeçe'den ayrılıp yolumuza devam ediyoruz. Sağda Rodop dağları var. Dağların eteklerindeki köylerin hepsi Türk köyü. Çan kuleleri de var, camii minareleri de var.
Bu bölgede eskiden tütün ekilirmiş. Şimdi, bu bölgeler pamuk bölgesi olmuş. Avrupa Birliği, pamuğa destek primi veriyor. Yunanlılar, pamuğu ekiyorlar, desteği alıyorlar, pamuğu toplamıyorlar. Kuzey Yunanistan'ın neredeyse tamamında toplanmamış pamuk tarlaları görüyoruz.
KURUKÖY
Sarışaban'ın Kuruköy'ünü arıyoruz. Cüneyt Ülsever'in dedesi ve babası bu köydenmiş. Köyü ararken yollarda kayboluyoruz. Bir Yunanlı, arabası ile önümüze düşüyor. Yolu gösteriyor. Asfalt yoldan toprak yola sapınca, düz ilerlememizi söylüyor; bizi bırakıyor. Çok dar toprak yollarda, zorlukla ilerliyoruz. Zaman zaman, zeytin ağaçlarının dallarına sürtünüyoruz.
Nihayet Kuruköy'ü buluyoruz. Köy kaderine terkedilmiş. İn, cin top oynuyor. Birçok binanın çatısı çökmüş.
Otobüs daha fazla ilerleyemiyor. Atalarının izini sürenler, otobüsten atlayıp, köye doğru koşuyorlar. Hangi evde yaşadıklarını soracak birini arıyorlar. Babası, buradan ayrıldığında 3,5 yaşındaymış. Annesi ve babası bu köyden ayrılıp Türkiye'ye gelmiş. Mezarlarına serpebilmek için, yaşadıkları bu köyden 1 avuç toprak alıyorlar.
Köy, çok uzun zaman önce terkedilmiş olmalı. Belki, 1923'den sonra kimse buralara gelmemiş. Evlerin bahçelerini dikenler, kaktüsler, ...
..... çeşit çeşit bitkiler sarmış. Yağmur ve güneş bol olunca, gönüllerince serpilip gelişmişler.
Köy mezarlığının durumu da yürekler acısı. Her tarafı ot bürümüş. İster istemez hüzünleniyoruz.
Köyden ayrılıp, yolumuza devam ediyoruz. Karasu nehrinin (Nestos) üzerinden geçiyoruz. Batı Trakya burada bitiyor. 1913'de Karasu nehrinin doğusu Bulgar, batısı Yunan'dı. Batı taraf, mübadele bölgesiydi.
Şimdi Makedonya bölgesine geçiyoruz. Osmanlının çözülmesinden sonra, Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar arasında Makedonya kavgası hep sürer.
Eskikurudere (Kospiri) köyünden geçiyoruz.
Sarışaban köyleri terkedilmiş. 1950'lere kadar, eski Türk köylerine Yunanlılar yerleşmiş. Sonra, onlar da terketmiş. Bu bölgedeki Türkler Samsun'a gitmiş.
Dağlara tırmanmaya başlıyoruz. Sarışaban kasabası altımızda kalıyor. Yükseldikçe Taşoz adasını daha iyi görüyoruz. Ege'yi çok görmüştük ama hiç bu açıdan görmemiştik.
Uzunkuyu'dan (Makrihori'den) geçiyoruz. Buralar yazın yayla olarak kulllanılıyor.
Saatler ilerledikçe, yolcularla daha yakından tanışıyoruz. İstanbul dışında Bursa'dan, Ankara'dan, Samsun'dan, Bodrum'dan katılanlar var.
Gezide Galatasaray Lisesi mezunlarının da olduğunu görünce çok mutlu oluyoruz. Reha Erekli (GSL 107-108), Gökçe Serez (GSL 140, GSÜ Hukuk 3cü sınıf), Aydın Ataberk (GSL 97-98) birlikte bir anı fotoğrafı çektiriyoruz.
KARACAOVA KÖYÜ
Yolcuların elinde çok ayrıntılı haritalar var. Yol boyu, harita üzerinden geçtiğimiz yolları izliyorlar. Sarışaban'ın Karacaova köyüne yaklaşırken çok heyecanlanıyorlar. "İnşallah köyde yaşayanlar vardır" diyorlar.
Tırmandıkça tırmanıyoruz. Çok yükseklerdeyiz. 900 metrelerde olmalıyız.
Karacaova köyüne geliyoruz. Hemen otobüsten atlıyorlar. Etrafta insan arıyorlar.
"Aaaa, ben bu çeşmeyi hatırlıyorum. İnternetten baktım. Akın beylerin derneği buraya geldiğinde, bu çeşmenin önünde toplu bir hatıra fotoğrafı çektirmişler. Biz de burada fotoğraf çekelim".
Köyün kahvesine geldiğimizde, keyifle uzo'sunu içen iki "delikanlı" görüyoruz. Hemen buyur ediyorlar. Bir kadeh de biz alıyoruz. Kadehleri tokuşturuyoruz. "Yasu" diyoruz.
Uzo içerken Stiniasas (sağlınıza) ya da Stiniamas (sağlımıza) deniyor. İsterseniz kısaca Yasu (sen), Yamos (biz), Yasas (size) da diyebilirsiniz.
Vakıf Genel Sekreterimiz Sefer bey, Yunanlı dostlarımıza, yanımızda getirdiğimiz lokumlardan ikram ediyor.
Bu arada köy meydanına üstü açık kamyonetle bir pazarcı geliyor. Kasasında, taze meyve ve sebzeler var. Üzümleri, siyah erikleri, elmaları, armutları, ayvaları kapışıyoruz. Aldıklarımızı meydandaki çeşmede yıkıyoruz. Herkes birbirine meyve ikram ediyor. Acıkmış olmalıyız. Çok iyi gidiyor.
Köylülerle vedalaşıp, yolumuza devam ediyoruz.
Bütün Yunanistan'da, yol kenarlarında küçük "yapıcıklar" var. Nerede bir trafik kazası olduysa, ölenin anısını yaşatmak için oraya bir taş dikiyorlar. Zenginler, küçük bir kulübe büyüklüğünde yapılar yaptırıyorlar. Buralarda sürekli kandil yanıyor.
DRAMA
Geriye dönüp, tekrar ovaya iniyoruz. Selanik'e daha çok var. Drama'ya geliyoruz. Karpuzkaldıran'da öğle yemeği yiyeceğiz. Aramızda Dramalı yok. O nedenle Drama'da çok kalmayacağız. Yemekten sonra, şehirde kısa bir tur atacağız.
Yemekten sonra, Drama'dan ayrılıyoruz. Yeniden yollardayız. Atos dağlarını görüyoruz. Yunanistan'da, denize 3 parmak şeklinde dağlar uzanıyor. En doğudaki Aynaros.
Ege, manastırlar bölgesi. Bütün ortodoksların manastırları var. Komün hayatı yaşanıyor. Şarap üretiyorlar. Özerk bir bölge. Kadınların girmesi kesin yasak.
SELANİK
Bir tepenin arkası Selanik (Thessaloniki). Selanik, Makedonya'nın başkenti. En önemli limanlardan biri. Şehire Vardar kapısından (Vardar'a açılan kapıdan) giriyoruz.
Selanik Venediklilerdeydi. 1430 yılında İkinci Murat, üç günlük kuşatmadan sonra, kesin olarak fethetti. Fetih hukukuna göre, kuşatılan şehire önce bir tamim gönderilir, teslim olmaları istenirdi. Teslim olurlarsa, yağma yapılmaz, esir alınmazdı. Selanik'e de tamim gönderildi. Selanik teslim olmadı. Bu arada halk Selanik'i terketti. Şehir alındıktan sonra, ekonomiyi canlandırmak gerekiyordu. Önce esir alınanların özgür bırakılmaları gerekiyordu. Padişah, esir alınanların bir kısmının özgürlük bedelini kendi ödedi.
1912 Balkan savaşından sonra Osmanlılar burayı terketti. Yunanlılar ve Bulgarlar şehire beraber girdiler.
18 Ekim 1912'den sonra topraklarını terkeden herkes mübadil sayıldı.
Bir kısım "mübadiller" Selanik'ten gemilere bindirilerek Türkiye'ye gönderildi. Limanda bir çadır kent kuruldu. Mübadiller, çadırlarda, sıranın kendilerine gelmesini beklediler.
Mübadil sevkiyatının yapıldığı limana, kordon boyundan geçerek giriyoruz. Eski Selanik'i ve yeni Selanik'i gezeceğiz.
Beyaz kule, Selanik şehrinin bir simgesi. Beyaz Kule Kanuni devrinde yapılmış. Hapishane olarak kullanılmış. Kötü bir şöhreti varmış. Eskiden şehrin kenarında surlar varmış. Osmanlı padişahı, deniz kenarındaki surları yıktırarak, şehire nefes aldırmış. Kötü anıları silmek için beyaza boyamışlar. Böylece kulenin adı "Beyaz Kule" olarak kalmış.
Selanik bir muhacir kenti. Semtler, Türklerin Anadolu'dan geldikleri yerlerin isimleriyle anılyor: Giresun sokağı, Trabzon sokağı, Nea Mudanya (Yeni Mudanya), ...
Beyaz Kulenin çevresinde gençler piknik yapıyor. Hem temiz hava alıyorlar, hem sohbet ediyorlar.
Yunanılar, günü iki defa yaşıyorlar. Sabah 07.00'de kalkıyorlar. 14.00'e kadar çalışıyorlar. 14.00 - 18.00 arası, kimse kimseye telefon etmiyor. Siesta'da rahatsız etmiyor. Herkes uyuyor. 18.00'de kalkıp kahvelerini içiyorlar. Bazı dükkanlar 22.00'ye, bazıları 24.00'e kadar açık.
Döner Kulenin önünden geçiyoruz. Döner Kule Selanik fuarının simgesi.
Yedikule surlarına çıkıyoruz. Surların iç tarafında Türklerin mahalleleri var. Cumbalı evler, arnavut kaldırımlar var.
Kaleiçinde bir lokantanın önünden geçiyoruz. Yemek listesi ilgimizi çekiyor. Görüntülüyoruz.
Artık gün batmak üzere. Yoğun bir günün yorgunluğu üzerimize çöküyor. Otelimize gidiyoruz. İstirahate çekiliyoruz. Önümüzde daha çok uzun günler var.
İKİNCİ GÜN
Sabah 08.30'da otelimizden ayrılıyoruz. Bugün uzun bir koşu olacak. Program çok yüklü. Akşam otele çok geç gidebiliriz. Önce otobüsle Selanik şehir turu yapacağız. 10.00'da Atatürk'ün evini ziyaret edeceğiz. Sonra Vardar ovasını aşıp Karaferye'ye (Veria'ya), Nasliç'e, Kastoria'ya ve Kayalar'a gideceğiz. Akşam Edessa/Vodina'da konaklayacağız. Otobüs yolcularının nerdeyse yarısı Karaferye'li.
1917 yılında, Selanik'te büyük bir yangın oldu. Şehrin büyük bir kısmı yandı. Beyaz Kule'nin devamı iskana açıldı. Yeni mahalleler kuruldu. Bu bölge "Yalılar mahallesi"ydi. Yalılar şimdi sahilden uzaklaştı; içerilerde kaldı, denizi görmüyorlar. Yalıların bir kısmı restore edildi. Şimdi Kültür Merkezi olarak kullanılanlar var.
Osmanlı zamanında, 1908'de meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet ilanının beşiği Selanik. Meşrutiyet Selanik'te ilan edildi.
31 Mart 1909'da "31 Mart vakası" yaşandı. Ordu, Selanik'ten yola çıktı. Abdülhamit tahttan indirildi. Selanik'e getirildi. "Alatini köşkü"nde "mecburi ikamet"e zorlandı. Bu köşk, şimdi vilayet binası olarak kullanılıyor.
Galerius kemerinin yanından geçiyoruz. Zafer takı.
Selanik çok kültürlü bir kentti. Çok kimlikliydi. İkinci dünya savaşından sonra bu kimliğini kaybetti. Şimdi (ticari kaygılarla) bu kimliği yeniden kazandırmaya çalışıyorlar.
Binaların arasına sıkışmış olan Bey Hamamı Osmanlılardan kalma bir eser.
Aristotales meydanından geçiyoruz. Bu meydan Selanik'in en ünlü meydanlarından biri.
"Basilica" bir Bizans kilisesi. 1430'da Osmanlılar Selanik'i alınca cami olmuş. Minare eklemişler. Minare yıkılmadan duruyor. Kasimiye camii olmuş.
Selanik ve Atina'da ibadete açık cami yok.
Bütün bakanlıklar Atina'da. Yalnız Makedonya-Trakya Bakanlığı Selanik'te. Bu bölge hassas olduğu için, bakanlık buraya öngörülmüş. Bina, Osmanlı döneminde Hükümet Konağı'ymış.
Agios (Ayos okunuyor) Dimitrios Klisesi. Agios Dimitrios Selanik'in koruyucusu.
Aziz erkek olursa Agios, dişi olursa Aya deniyor.
Agios Dimitrios Klisesinin içini de geziyoruz. Oldukça görkemli bir yapı. Avizenin tamiratı için getirilen vinç, görüntümüzü biraz bozuyor.
Atatürk'ün evi ile Türk Konsolosluğu aynı yerde. Ön taraf konsolosluk.
Atatürk'ün evini geziyoruz. Aziz ruhu önünde saygı ile eğiliyoruz.
.
Selanik'ten ayrılıyoruz. Vardar kapısından çıkıyoruz. Vardar nehrinden geçiyoruz. Vardar nehri, uzun bir nehir. 300 km. 100 kilometresi Yunanistan topraklarından geçiyor. Nehrin geçtiği her ovaya "Vardar ovası" deniyor.
Mübadeleden önce, Vardar ovasında büyük çiftlikler vardı. Bunların sahibi Türk'tü. Büyük toprak sahipleri Türk'tü. Binaları yıkılmadan duruyor.
Otobüs yolcuları artık iyice kaynaştı. Hep birlikte "Drama köprüsü" şarkısını söylüyoruz.
İkinci bir nehir, İncekarasu. Selanik körfezine dökülüyor.
Karaferye'ye geliyoruz. Otbüs yolcularından 7 kişi Kareferyeli.
Karaferye önemli bir Osmanlı kenti. Çok sayıda Osmanlıdan kalma eser var. Karaferye dağların eteğinde. Osmanlı döneminde, Selanik Sancağı'nda yer alıyordu. Çok verimli toprakları var. Özellikle bağcılık çok gelişmiş. Şarap ve rakı (uzo) üretiliyor. Ağustos adlı bir nahiyesi ve 71 köyü vardı. 1900'lerde 1.800 kişi yaşardı.
Karaferye şirin bir vilayet. Osmanlı eserlerinden bir camiyi geziyoruz.
Caminin hemen yanındaki medrese şimdi okul olarak kullanılıyor. İçeriden cıvıl cıvıl çocuk sesleri geliyor. Çocuklarını okuldan almaya gelen velilerin otomobilleri caddenin her iki yanına parketmiş.
Karaferye meydanında bir lokantanın içi ilgimizi çekiyor. Eski fotoğraflar duvarlarını süslemiş.
Lokanta sahibinden izin alıp, duvardaki fotoğrafları görüntülüyoruz.
Tepsi ile Türk kahvesi götüren satıcının fotoğrafı çok anlamlı. Burada Türk kahvesi yok. "Greek cafe" var. Kahvenin yalnız ismi değişik. Yapımı da, içimi de aynı. Fiyatı, yerine göre, 1 Euro ile 2 Euro arasında değişiyor.
Acıktığımızı hissediyoruz. Lokantadaki yemekler iştah açıcı. Bize hiç yabancı değil; kurufasulye var, bamya var, kabak dolma, etli nohut, sebzeli pilav, bezelye var.
Bir domates çorbası ile bir sebze çorbası alıyoruz. Devasa kaselerde geliyor. Sebze çorbasının içinde, oldukça büyük (en az 100 gram olmalı) dana eti var. Lezzetli.
Dışarı çıktığımızda, çok hoş bir manzara ile karşılaşıyoruz. Dört Yunanlı, kaldırım üzerine bir çilingir sofrası kurmuş. Uzo ile demleniyorlar. Birinin bıyığı yanaklardan 10'ar santim dışarıya taşmış.
"Kalimera" (Günaydın) diyoruz. Hemen bir iskemle ve bir bardak uzo ikram ediyorlar. Artık öğrendik; "Stiniasas" (sağlığınıza) diyoruz.
Çilingir sofrası çok zengin: domates, beyaz peynir (feta), soğan, sarmısak ve mortedella salam. Ekmekle bir paket tuz, dekoru tamamlıyor. Hepsi güzel de, sarmısağı pek anlayamadık.
Ama siz, bunları yemek istemezseniz, lokanta kapılarındaki menülerden istediğinizi seçebilirsiniz. Bir tek sorun var; o da yemeklerin ne olduğunu anlamak!
Yunanistan'da çok güzel bir gelenek var. Bütün balkonlar, ama bütün balkonlar çiçekli. İster çok katlı apartman olsun, ister tek katlı olsun, bütün balkonlarda çiçekler var. Bir balkonu sizler için görüntülüyoruz.
.
Galatini'den geçip, Nasliç'e geliyoruz. Saatimiz 14.30'u gösteriyor. Sokakta hiç kimse yok. Şimdi siesta saati.
Nasliç, Patriotların memleketi. Yüzbaşı Bekir Fikri burada çete savaşları yapmış.
Bu bölgede yaşayan müslümanların lisanı rumcaydı. Mübadele ile İstanbul'a geldiklerinde, onlara "Patriot" dendi. Patriot "memleketlim" demek.
1912-1913 yılları arasında, Yunan ordusuna karşı bir gerilla hareketi yürütüldü. O zaman, Bekir Fikri yüzbaşıydı. Yunan ordusuna çete baskınları yaptı. Yunan ordusu, buraları aldı. Bunun üzerine Bekir Fikri Yanya'ya gitti. Yanya da düşünce, Bekir Fikri Türkiye'ye geldi. Sonra, Kafkas cephesine gitti. Orada şehit düştü.
Nasliç bir bölge adı. Kasaba, bu bölgenin merkezi. Kasabanın adı Lapsiş.
Nasliç'te verimli toprak yok. Bu nedenle, Amerika'ya işçi olarak göçmüşler. Kasabaları ile ilişkilerini hiç koparmamışlar.
Mübadele anlaşması olduğu zaman, kasabalıların bir kısmı Amerika'daydı. Sonradan döndüler. Türkiye'ye gelenler, sendikal hareketin öncüsü oldu.
Nasliç, Yunanistan'ın en fakir bölgelerinden biri.
Otobüs yolcularını gören kasabanın papazı hemen koşup geliyor. Türk olduğumuzu anlayınca çok seviniyor. Cep telefonunu çıkarıp, bize "Çanakkale türküleri" dinletiyor. Eşi de yanında. Eşinin elinde bir fotoğraf var.
Fotoğraf, birkaç yıl önce çekilmiş. Büyüklerinin izini arayan bir Türk (fotoğrafta ortada), bu kasabaya gelmiş. Papaz ve eşi ile bir fotoğraf çektirmiş. Bu fotoğraf, papaz ve eşi için çok anlamlı. Ellerinden hiç düşürmüyorlar.
Biz de onlarla bir fotoğraf çektiriyoruz.
"Efaristo parapoli" (Çok teşekkür ederiz) diyoruz.
Nasliç'ten ayrılıyoruz. Vinyan'dan geçiyoruz. Programı değiştirip, Kastoria'ya (Kesriye'ye) gideceğiz.
Her tarafta termik santral var.
Sırada Kayalar var. Aşağı Kayalar, Yukarı Kayalar var. Kayalar'da, atalarımızdan iz bulunmuyor. Eski binaları yıkıp, yerine modern binalar yapmışlar. Kayalar bir kasaba. Mübadeleden önce bir Türk kentiydi. Şu anda yaşayanların hepsi mübadil. Kayalar'da 3 ayrı Mübadil Derneği var.
KASTORİA
Uzun bir yolculuktan sonra Kastoria'ya (Kesriye'ye) geliyoruz. Kastoria, bir göl kıyısında. Buradan Türkiye'ye gönderilen mübadiller, Bursa'da Apolyont gölü kenarına yerleştirilmişler. Buraları gezerken, babalarımızın, amcalarımızın, halalarımızın ruhlarının bizlerle birlikte olduğunu hissediyoruz. Resmin sağında, tepenin üzerinde, üç katlı sarı bina, onların anlatımlarına çok uyuyor. Orada mı yaşadılar dersiniz?
Gölün sahiline yaklaşıyoruz. Yüzlerce kuş var, ördek var, kaz, kuğu var.
Bizi görünce onlar da kıyıya koşuyor.
Onların burada bizi beklediklerini biliyorduk. Hazırlıklı gelmiştik. Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri ileriye doğru atıyoruz.
Havada ve suda bir koşuşturma başlıyor. Hepsi yiyecekleri kapma yarışında.
Yiyecekleri nereye atarsak, oraya doğru hızla kanat çırpıyorlar.
Bir martı, yiyeceği elimizden kapacak kadar yaklaşıyor. Bir kuğu, büyük bir cesaretle ve güvenle, boynunu bize doğru iyice uzatıyor.
Kastoria'dan ayrılıyoruz. Yolumuza devam ediyoruz. Voyvodina'ya daha bir hayli mesafe var. Acıkıyoruz. Dere kenarındaki bir müzikli lokantada birlikte yemek yiyoruz. Uzo'lar, şaraplar açılıyor.
Yorgun olmamıza rağmen, müziğin ritmine uyup oynuyoruz. Ege'nin Efe'leriyle başlayan müzik yolculuğumuz, Sirtaki ile noktalanıyor.
Yemekten sonra, yeniden otobüse biniyoruz.
Edessa bölgesinde Voyvodina'ya geliyoruz. Akşam burada konaklayacağız. Otelimize geldiğimizde saatler 23.45'i gösteriyor.
Voyvodina, küçük bir köy. Çok az nüfusu var. Geçerli lisan Amerikan ingilizcesi.
Yolcularımızdan iki kişi Voyvodinalı.
Günün yorgunluğu üzerimize çöküyor. Bütün gün gördüklerimiz, bir flim şeridi gibi, gözlerimizin önünden geçiyor. Uykuya dalıyoruz.
ÜÇÜNCÜ GÜN
VODİNA
Vodina'da, otelimizin tam önünde, Büyük İskender'in heykeli var. Büyük İskender'in babası burada (Edessa'da) yaşamış. Onun hatırasına Büyük İskender'in heykelini dikmişler.
Vodina'da, yaya olarak, Türk mahallesini ve eski camiyi geziyoruz.
VODİNA ŞELALELERİ
Şehir turundan sonra, Vodina şelalerine geliyoruz. Vodina, Slav kökenli bir sözcük. Voda, su demek. Vodina, sular şehri demek.
Vodina şelalerinde, bizi çok sevimli bir park karşılıyor. Her taraftan sular akıyor.
Akan suların şırıltısı huzur verici. Hava çok soğuk. Sular da buz gibi olmalı.
Biraz ilerleyince, büyük şelaleye geliyoruz. Çok yüksekten, aşağıdaki ovaya dökülüyor.
Şelalenin arkasına giden bir patikadan aşağı iniyoruz. Yosun tutan kayalarda, zaman zaman ayaklarımız kayıyor. Yukarıdan dökülen suları, arka taraftan seyretmek çok hoş bir duygu. Elimizi uzatıp, ıslatıyoruz.
Vodina'dan ayrılıp, Notya köyüne gidiyoruz.
Karacaova düzlüğü karşımızda. Bu bölgeden 40 köy, mübadele ile Türkiye'ye geldi. Gelibolu, Edirne, Şarköy, Kemerburgaz'a yerleştirildi. Özetle, Trakya'ya yerleştirildiler. Bursa'ya, İnegöl'e, Karacabey'e de yerleşenler oldu.
NOTYA KÖYÜ
Notya, Yunanistan'ın en kuzey köyü. Buradan giden mübadiller Malkara'ya yerleşmiş.
Karacaovalılar Slav kökenli bir dil kullanıyor. Bu dile "Pomakça" diyorlar. Bazı köyler "Biz Pomakız" diyor. Bu dil, Makedonya'da kullanılan dil ile aynı.
Notya'da Ulahça dili kullanılıyor. Bir Notyalı, İtalya'ya gitse, çat, pat anlaşabilir.
"Nai" ("ne" okunuyor) Yunanca'da Evet, Bulgarca'da Hayır anlamına geliyor. Yunanlı ile Bulgar, bir iş anlaşması yaparken her ikisi de "Nai" derse, biri Evet, biri Hayır anlamına geliyor. Bulgar başını sağa sola, Yunanlı aşağı yukarı sallıyor.
Notya'ya giderken, virajlı yollardan dağlara tırmanıyoruz.
Notya'da Hristo amca ile karşılaşıyoruz. Hristo amca, köyün en eskisi. Tam 91 yaşında. Keçi çobalığı (kaçika çobanlığı) yapıyor.
Köyün kahvesinde bir "Greek Cafe" içerken, Miltiadis ile göz göze geliyoruz. Bakışarak anlaşıyoruz. Kenardaki tavlalardan birini kapıp, kapı önündeki masaya yerleşiyorum. Taşları diziyorum. Miltiadis'e "Tavli?" diye seleniyorum.
Sıkı bir maç başlıyor. Önceleri hoş vakit geçirmek olsun derken, otobüsteki tüm Türk yolcuların ve kahvedeki tüm Yunanlı köylülerin etrafımıza toplanmasıyla, neredeyse, bir Türkiye-Yunanistan Milli Maçı'na dönüşüyor. Ben sayarak oynarken, seyreden taraftarların "çok kuvvetli yönlendirmeleriyle" oyunu mars ile kazanıyorum.
Mildo ile el sıkışıyoruz. Gülüşüyoruz. Kucaklaşıyoruz. Mildo, Miltiadis'in kısaltılmışı.
Yeri gelmişken, size bir mübadele öyküsü aktaralım:
Mübadele sırasında, bir kişi bu köyde kalmış. Gitmemiş. Müslüman. İsmini ve dinini değiştirmek zorunda kalmış. Leonidis Hristos olmuş. Oğlu olmuş. Adını Yorgo koymuş. Baba Hristos ve oğlu Yorgo zamanla ölmüş. Oğlunun oğlunun adı da Hristos. Buradaki Türklerin çoğu Karadeniz'e gitmiş. Torun da Selanik'e gitmiş. Burdan giden kişilerden babasının adı Hristos olanları aramış.
Mübadil yolcularımızdan Bahar hanım, Notya'da, büyüklerinin evini buluyor. Bu buluşun öyküsü hayli ilginç. Bahar hanımın babası zamanında vergi topluyormuş. Muhtara babasını soruyorlar. Muhtar, babasının adını bilmiyor ama "Biz vergi toplayan adamın evinde otuyoruz" diyor; Bahar hanımı, evine davet ediyor.
PİPERİA KÖYÜ
Notya'dan ayrılarak, Piperia köyüne doğru ilerliyoruz.
Eski adı Subuska, yeni adı Kalidea olan yerleşim merkezinden geçiyoruz. Kalidea, Karacaova'nın merkezi.
Piperia'da rehberliğimizi Niko yapıyor. Niko'nun babası Bursalı, annesi Burdurlu.
Otobüs yolcularından Oğuz Altay, bu yolculuğa annesi ve iki ablası ile birlikte çıkmış. Annesi ve ablasının ilk Yunanistan yolculukları. Annesi Makbule hanım 82 yaşında. Yolculuk belki onu yoruyor ama akrabalarını görebilmek için bütün yorgunluklara göğüs geriyor.
Oğuz Altay'dan mübadele öyküsünü dinliyoruz:
Mübadele sırasında, Kaymakam Mehmet amca var. Mehmet amca, Piperia'da kalıyor; karısını ve çocuğunu Trakya'ya yolluyor. Aradan zaman geçiyor. Kaymakam Mehmet, Rum Ortodoks olmak zorunda kalıyor. Yeni bir eş alıyor; yeni bir işi oluyor. Bu evliliklten, şu anda hala Piperia'da yaşayan Georgia hala doğuor. İsim ve iş değişmesine rağman, Yunan Hükümeti durumu anlıyor. Mehmet amcanın bütün mülküne el koyuyor. Mehmet amca, kahrından ölüyor. Georgia hala, ilk defa geçen yıl, çocuğunu torununu görüyor. Çok mutlu oluyor.
Piperia'da gerçek bir "Mübadil buluşması" yaşanıyor. Herkesin gözü yaşlı. Kuzen Aris, eşi Nicoleta da bu kucaklaşmayı izleyenler arasında. Makbule hanımın gözyaşlarını tutana aşkolsun.
Kucaklaşmalar boyunca, izleyicilerden çıt çıkmıyor. Water Oasis lokantasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısı bu sessizlikte, dalga dalga yayılıyor.
Piperia'dan ayrılıp, Polikarpi'ye doğru yola çıkıyoruz.
Yolcularımızdan Ayşegül hanımın, bugün doğum günü olduğunu öğreniyoruz. Armağan alacak olanağımız yok. Büyük şehirlerden, dükkanlardan çok uzağız. Bir mum yakıp veriyoruz. Hep birlikte doğum günü şarkısı söylüyoruz. Ayşegül hanım, inanılmaz mutlu oluyor; çok duygulanıyor.
POLİKARPİ KÖYÜ
Poliani köyünün yeni ismi Polikarpi. Bu köyde 1.100 kişi yaşıyor. Ahmet Hilmi Okuyucu amcamız 86 yaşında. Otobüsün en yaşlı yolcusu. O da büyüklerinin izini arıyor. Babası bu köyde doğmuş. Ahmet Hilmi amca, bu köye ilk defa geliyor. Büyükleri Türkiye'ye geldikten iki sene sonra doğmuş. Yunanistan'ı hiç görmemiş.
Polikarpi meydanında duruyoruz. Genç bir köylü, bizi arabasına alıyor. Ahmet Hilmi amca'ya eşlik ediyoruz. Köyün papazını bulup, ona soracağız. Papaz kilisede de, mezarlıkta da yok. İster, istemez evine gidiyoruz. Evde papazın babası var. Doğru yere gelmişiz. Ahmet amcanın istediği bütün bilgileri papazın babası veriyor. Eşinin de, kendinin de, Ahmet Hilmi amcanın da yüzü gülüyor.
Yeniden köy meydanına dönüyoruz. Pedro, Ahmet Hilmi amca'ya öyle bir sarılıyor ki, sormayın. Defalarca kucaklıyor.
Bütün otobüs köy meydanındayız. Karşıdaki evin ikinci katındaki bir genç hanım, elinde sözlük ile balkona çıkıyor. Sözlüğe bakarak, bize "M-a-r-h-a-b-a" diyor. Çok duygulanıyoruz.
Giriş katında oturan Pedro, hepimizi, kahve içmeye evine davet ediyor. Teşekkür ediyoruz. Kabul etmiyoruz. Rahatsız etmek istemiyoruz. O zaman, kendi koşup eve giriyor. Bu yaz kiraz reçeli yapmışlar. Büyük bir tabağa kiraz reçeli döküyor. Evdeki bütün çatalları da çıkarıyor. "Yiyin lütfen" diyor. 4 büyük kavanoz şeftali kompostosu veriyor. "Alın, akşam yemeğinde hep birlikte yiyin" diyor.
Kahveye giriyorum. Bir kahve içmek istiyorum. "Mitriyori Greek Cafe" (orta, medium) diyorum. Kahveci genç, televizyonda seyretmekte olduğu Liverpool maçını bırakıp, ocağa koşuyor. Kahvenin parasını almamakta ısrar ediyor. Elini sıkarak teşekkür ediyorum. Efaristo parapoli (çok teşekkür ederim) diyorum.
Meydana bakan bütün balkonlarda, her yaştan insanlar var. Bir baba, küçük kızını almış, bizi gösteriyor. Küçük kız, aralıksız el sallıyor. Koşup kucaklamak, mıncıklamak istiyoruz.
İster, istemez, köyden ayrılık vaktimiz geliyor. Otobüs gözden uzaklaşıncaya kadar, evlerden sürekli eller sallanıyor.
Polikarpi'den de gözlerimiz yaşlı ayrılıyoruz. Otobüse, bir hüzün çöküyor.
Yenice-i Vardar'a doğru yola devam ediyoruz.
YENİCE-İ VARDAR
Polikarpi'den ayrılıp, Yenice-i Vardar'a geliyoruz. Burada Gazi Evrenos beyin (Evren Paşa'nın) türbesi var. Evrenos paşa, Yanya'ya kadar fethetti. Osmanlının en önemli komutanlarından biri.
Yenice-i Vardar'da çok sayıda mimari eseri var.
Burası aslında bir düzlük. Çayırlar var. At yetiştiriciliğine çok uygun bir yer. Bu şehri kuran Gazi Evrenos bey, Selanik'in fethine de aktif olarak katılıyor. Bütün sülalesi, Osmanlı askeri bürokrasisinde yer alıyor. Serez'de de Evrenos bey etkili.
Bu bölge, Büyük İskender'in de memleketi. Pella, Büyük İskender'in çıkış yeri.
Yenice-i Vardar'dan ayrılıyoruz.
Yolda, Kılkış'tan geçiyoruz. Kılkış, Osmanlı döneminde Selanik'e bağlı bir vilayet.
Reha Erekli, Kılkış'tan birkaç avuç toprak alıyor. Büyüklerinin mezarına serpecek.
Serez'e geliyoruz. Bu gece Serez'de konaklayacağız.
DÖRDÜNCÜ GÜN
SEREZ (SERRES)
Gezimizin dördüncü gününde, gözlerimizi Serez'de (Serres'te) açıyoruz.
Serez, Osmanlılara savaşmadan teslim olmuş. Bu nedenle, kalenin içine müslümanlar yerleştirilmemiş. Kiliseler ve diğer yapılar korunmuş. Müslümanlar kale dışına yerleştirilmiş.
1912'de, Bulgar katliamından kaçan müslümanlar, kale içine sığınmışlar ama, katliam burada da devam etmiş.
1923 Mübadele Antlaşması'ndan sonra, müslümanlar Serez'i terketmiş.
Serez tren istasyonuna geliyoruz. Tren istasyonunun tarihte önemli bir rolü var. Balkan savaşından kaçanların büyük bir bölümü trenle Edirne'ye gelmişler.
İstasyondan sonra, Çerkez mahallesini geziyoruz. Kafkas-Rus savaşından kaçan Çerkezler, Serez'e yerleşmişler.
Kafkas kökenliler, mübadeleye kadar, Yunanistan'da yaşamışlar. Sonra Türkiye'ye gelmişler. Şimdi bu mahallede Karadenizliler kalıyor.
Bursa caddesine, Bursa'dan gelen mübadiller yerleşmiş.
Mehmet bey camii ve külliyesi, şimdi yıkılmaya yüz tutmuş. Yakınlardaki Osmanlı kışlaları da yıkılmış.
Eski Serez kalesine çıkıyoruz. Kale, Serez'e hakim bir tepede. Duvarları kısmen sağlam duruyor.
Yolcularımızın arasında "Serez" ailesi de var. Kemal Mustafa Serez beyin ismi ilgimizi çekiyor. Babası, Mustafa Kemal ile karışmaması için, kelimelerin yerini değiştirerek, ismini Kemal Mustafa koymuş.
Serez ailesini, Serez kentinin panoramik manzarası önünde görüntülüyoruz. Soldan sağa: Kemal Mustafa Serez, Gökçe Serez (GSL 140, GSÜ), Deniz Serez, anneleri Bahar Serez.
Serez kalesinden ufuklara bakıyoruz. Karlı dağlar, muhteşem bir manzara sergiliyor.
Eski Bedesten, şimdi Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. Müze içinde fotoğraf çekmemize izin verilmiyor. Biz de kurallara uyuyoruz.
Akşam kaldığımız otelin müdürü Nicos bey, Serez'de bize rehberlik yapıyor. Yaşı hayli ileri. Herkese lokum ikram ediyor. Nicos beyle vedalaşıyoruz. Otobüs uzaklaşırken, arkamızdan dakikalarca el sallıyor.
Yolculuğumuza devam ediyoruz.
KAVALA
Şimdi hedefimiz Kavala. Kavala'da iki liman var. Kavala şehri, ikinci limanın etrafında kurulu. Birinci limanı uzaktan görüntülüyoruz.
Bir tepeyi aşınca, ikinci liman ve Kavala görünüyor. Kavala şehri bir yarımada gibi.
Yolcularımızdan birinin soyadı Kavala. Orhan Kavala 1949 doğumlu. Dedesi Hacı Salih burada doğmuş. Öbür dedesi (babasının babası), Hacı Salih'in oğlu, burada ölmüş. Babası, 1909'da Kavala'da doğmuş. 1912'de İzmir'e gittiklerinde 3 yaşındaymış. Amcası (15 yaş büyük), 1897 doğumlu. Amcasını 18 yaşında (askerlik çağında) Mısır'a kaçırmışlar.
Orhan Kavala, Kavala'ya yaklaşırken, yerinde duramıyor. Bir sağ pencereden, bir sol pencereden, bir arka pencereden durmadan fotoğraf çekiyor. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyor.
Kavala limanında otobüsten iniyoruz. Gezimizin bundan sonraki kısmını yürüyerek yapacağız.
Kavala'nın en önemli şahsiyetlerinden biri, Pargalı İbrahim. Kavala onun memleketi. Pargalı İbrahim, fakir bir balıkçının oğlu. Makbul İbrahim ismi, sonradan Maktul İbrahim oluyor.
İbrahim Paşa'nın hayratı olan camii, şimdi kiliseye çevrilmiş.
Su kemerleri Kanuni zamanında yapılmış.
Kavala kalesine doğru tırmanırken, şehir güzel görüntüsünü bize sunuyor.
Kavale kalesi, dik yamaçlar üzerinde. Denizden gelebilecek olan bütün saldırılar için, çok yerinde bir konuşlandırma olduğunu düşünüyoruz.
Karşımızda Taşoz adası var. Hava hafif puslu. Taşoz'un üzerinde de bulutlar var.
Kavala kalesinde, Kavalalı Mehmet Ali Paşanın heykeli var. Heykelin yönünün denize değil de, karaya doğru dönük olması, önceleri bizi şaşırtıyor.
Sonradan sebebini anlıyoruz. Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykelinin yönü, hemen yakınındaki evine dönük. Eşini çok sevdiği için mi, ona göz dağı vermek için mi, orasını bilemiyoruz.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa önemli bir şahsiyet. Önce dil öğreniyor. Orduya giriyor. Paşalığa yükseliyor. Sonra, Mısır'a vali olarak gidiyor.
Kavala kalesindeki kilisede bir nikah töreni olduğunu görüyoruz. Biz de nikahı izliyoruz. Çıkışta, anı olarak, bir nikah şekeri de biz alıyoruz.
Kaleden aşağı inerken, yol üzerindeki eski yapıları ve şimdi lüks otel olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın "İmaret"ini görüntülüyoruz.
Kalenin mazgal deliklerinden (ok atmaya yarayan, iç yanı geniş, dış yanı dar deliklerden) Kavala'yı seyrediyoruz.
Öğle yemeğimizi de yedikten sonra Kavala'dan ayrılıyoruz.
Dedeağaçtan (Alexandrapolis'ten) geçerek, Türkiye'ye döncedeğiz. Dedeağaç'ta, Semendirek adası bizi uğurluyor.
Yolculuğumuz sonuna geldiğimizde Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç beyi tatlı bir huzur sarıyor. Yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmuyor.
Unutulmaz anılarla dolu bir geziyi daha arkamızda bırakıyoruz.
Soğuk ve karlı bir gecede İstanbul'a geliyoruz.