Eğer, "buharlı tren" ile ilgili anılarınız varsa, mutlaka görmüş, geçirmiş olmalısınız (olgun yaşta olmalısınız diyemedim). Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu günden itibaren, büyük önderimiz Atatürk, bir demiryolu hamlesi başlatmıştı. "10 yılda, demir ağlarla ördük yurdu bir baştan bir başa" diyen ezgi kulaklarımızdan hiç silinmemişti. Demiryolu, toplu taşımacılığın en verimli, en etkin yöntemiydi. Ne yazık ki, 1950'lerden itibaren (ben 3 yaşındayken), yavaş, yavaş karayolu ulaşımına kaydık; ekonomimizde, petrole ve lastik tekerleklere kucak açtık. Demiryolu, bir daha hiçbir zaman, ön plana geçemeyecek, olması gereken yere gelemeyecekti
Buharlı trenleri çok net hatırlıyorum. Ama ne yazık ki, hayatımızdan hemen silinip, gittiler. Çocukken, Sirkeci-Halkalı ve Haydarpaşa-Pendik arasındaki banliyö hatlarında, buharlı trenler çalışırdı. Zaman, zaman babam bizi (ağabeyimle beni) Florya'daki plajlara götürürdü. Sirkeci'den kara trene binerdik. Pencereden bakmasını pek severdim. Bir istasyondan kalkarken, lokomotifin ilk hareketinde, vagonlar silkelenir, birbirlerini iter, çekerdi. Lokomotifin, tekerlekleri, çizgi filmlerdeki gibi, sanki bir kaç kere, hızla boşa dönermiş gibi yapar; arkasından, normal tempoya girerdi. Bu arada, üfleye, püfleye, buharlar ve dumanlar çıkartırdı. Sonra, şarkılar söyleyerek, keyifle yola koyulurdu.
Banliyö hatlarında çalışan ahşap vagonların ön ve arka kısımlarında, küçük birer teras olur, merdivenler orada bulunurdu. Yolculuk sırasında terasa çıkmak tehlikeli olurdu. Vagonlar arasında geçmeyi sağlayan demir köprüler, virajlarda, birbirine sürter, komik sesler çıkartırdı. Trenlerin kalabalık olduğunu hiç hatırlamıyorum. Belki vardı da, ben hatırlamıyorum.
Bazen pazar öğleden sonraları, ilk okulda verilen ev ödevlerimizi bitirdiğimiz zaman, banliyö trenleriyle geziye çıkardık. Haydarpaşa'dan banliyö trenine biner, Pendik'e kadar gider, hava karlı ve soğuk ise, aynı trenle, inmeden, geri dönerdik. Bu yolculuk, bütün bir öğleden sonramızı alırdı. Haydarpaşa'ya gitmek için, köprüden şehir hatları vapuruna da binmek gerekirdi. Cağaloğlu'ndan köprüye kadar gidişi de sayarsak, aynı gün içinde, hem tramvaya, hem vapura, hem de trene binmiş olurduk. Çok büyük bir olaydı. Ender durumlarda, trenin monoton sarsıntısı arasında, uykumun geldiği de olurdu. Vagonun tahta koltuğunun rahatsızlığını hissetmeden, içim geçiverirdi.
1940 yılına ait tren bileti
Karton biletler, banliyö trenlerinde kullanılırdı. Şehirler arası yolculuk yapacaksanız, makbuz benzeri biletler düzenlenirdi. Devir fazla değişmemiş olacak ki, Üniversitenin ilk yazında, 1967 yılında, AİESEC stajyeri olarak, Sirkeci'den, Lyon'a giden tren için aldığım bilet de aynı şekildeydi. Bu bileti hala saklarım. Tek yönlüydü. Dönüşü ne zaman, nasıl yapacağım belli, değildi. 3 aktarma yaparak, iki gece, üç gün sonunda, staj yapacağım Aveyron'daki Rodez kasabasına geldiğimde, yolculuğun büyük bir bölümünü kara trenle yapmış olduğum için, yüzüm ve ensem oldukça islenmiş, kirlenmişti. Demek, 1967'lerde, uluslararası hatlarda, hala kara tren vardı.
Uluslararası hatlar deyince, ünlü Şark Ekspresini, tanınmış adıyla Orient Express'i de burada anımsayalım. Oyak-Renault'da çalışırken, benim tarihi değerlere sahip çıktığımı bilen bir fransız dostum (Roger Gillot), bana ilginç bir kitap armağan etti. İmkanınız olsa da, bu kitabı bir inceleyebilseniz. 1912 baskısı bir "Les Guides Bleus" (Yolculuk rehberi) İsmi: De Paris à Constantinople, Hongrie -Balkans - Asie Mineure. Fiyatı 15 fr. Cumhuriyet öncesi İstanbul yaşamına ışık tutuyor. 463 sayfanın hepsini sizlere burada aktaramam ama, izin verirseniz, tesadüfen seçeceğim bir küçük paragrafa birlikte bir göz atalım:
Orhan Veli, İstanbul'u dinlerken acaba Galata köprüsünün üzerinde miydi ? İstanbul'un sesini dinlemek isterseniz, herhalde, seçeceğiniz en uygun yer, Galata köprüsü olurdu. Köprüde hafiften bir rüzgar eser .......... kuşlar geçer yükseklerden, çığlık, çığlık .......... serin serin Kapalıçarşı, cıvıl cıvıl Mahmutpaşa .......... bir yosma geçer kaldırımdan; küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar .......... İstanbul'u dinleyecekseniz eğer, gözleriniz kapalı ........ Köprü size kucağını açar !
Ah, ahhhh ! Şehir hatları vapurları. Onların yeri bambaşka. Onlar, boğazın nazlı kuğularıydı. Boğaz dediğime bakmayın, yalnız boğaz mı ? Adalara gidenler, Kadıköy'e gidenler, hatta Haliç'te dolaşanlar ..... Hepsinin yeri ayrıydı. Onlar, İstanbul'un süsüydü, nazar boncuğuydu. İlk okulu Ortaköy'de okuyanlarınız mutlaka hatırlayacaktır. Okulun önünden vapurların geçiş saatlerini bilirdik. O zamanlar, kol saati takma alışkanlığımız olsa bile, ders sırasında, belirli bir vapurun, penceremizin önünden geçişine göre saati, dakikasıyla tahmin edebilirdik. "Kaptaaaan, düdüüüüüük !" Bu söz, size bir şey hatırlatıyor mu ? Hatırlatmalı. Teneffüs saatinde bahçedeyken, bir vapur, bulunduğumuz kıyıya yakın geçerse, deniz kenarındaki parmaklıklara yapışıp, hep bir ağızdan, "Kaptaaaan, düdüüüüüük !" diye bağırırdık. Kaptan sesimizi duymazdı ama, sahile doğru bakıyorsa, bizi görürdü. Vapurun düdüğünü "Vuuuut, vuuuut" diye çalardı. Sevinçten uçardık. Kaptana el sallardık; o da bize sallardı. Aramızda görünmez bağlardan bir dostluk oluşmuştu. Eğer artık aramızda değillerse, rahmet içinde yatsınlar, eğer aramızdalarsa, sağlık dolu günler onların olsun.
Nazlı bir genç kız gibidir vapurlar. Bembeyaz gelinlik giyerler. Süzüm, süzüm süzülürler. Usulcacık yanaşırlar yanınıza. Caka satarak dolaşırlar. Dertlileri de bağırlarına basarlar, sevdalıları da. Bayram günleri, baştan başa bayraklarla donanırlar, süslenirler. Dizi dizi can simitleri, sanki bilezikleridir nazlı kızın. Kenarlarındaki siyah küpeşteler, gözlerine çektikleri rastıktır. Martılar onların yoldaşıdır, sırdaşıdır. Hergün gelip geçtikleri yolda, ağaçlar bile onlara el sallar. Zaman, onlara göre ayarlıdır; sizin acelenizi bilmezler; dedikleri saatte gelir, dedikleri saatte giderler. Arkada bıraktıkları köpükleri, nargilenin fokurdamasına benzer ! Hey gidi vapurlar, hey !
Çocukluğumda, baharın son günlerinde ya da yazın ilk günlerinde, hafta sonlarını Heybeliada ya da Büyükada'da piknik yaparak geçirirdik. Bir gün öncesinden hazırlıklar başlardı. Tepsi, tepsi börekler pişer, zeytinyağlı dolmalar hazırlanır, salata yapmak için patatesler haşlanır; sabah erkenden, yola çıkmadan önce, domatesler, salatalalıklar çantalarda yerini alırdı.
İstanbul boğazının iki yakasında, birbirinden güzel semtler sıralanırdı. Anadolu yakasında Üsküdar, Kuzguncuk, Çengelköy, Göksu .... Avrupa yakasında Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, İstinye ilk aklımıza gelenler. Kadıköy'den devam ettiğinizde Moda, Fenerbahçe, Bostancı, Pendik sizi beklerdi. Eminönü'nden devam ederseniz, Sirkeci, Yeşilköy, Florya, Bakırköy'e ulaşırdınız. Bugün, İstanbul'un ana merkezleri olarak bildiğimiz bu semtler, eskiden İstanbul'un uzak mesire yerleriydi.
Şehir hatları vapurları deyince, nedense aklıma hep seyyar satıcılar gelir. Vapur, iskeleden ayrıldıktan hemen sonra, bu seyyar satıcılar, yolcu salonunun orta kısmında, yüksek sesle, ürünlerini tanıtmaya başlardı. " Hiç bir yerde bulamazsınız. Biz, sizin ayağınıza getirdik. İşte 3 adet tükenmez kalem, hepsi birden şu kadar lira" derlerdi. Hemen arkasından da eklerlerdi : "Yanında bir de tarak ve ayna veriyoruz ! " Sonra, en baştan başlayarak, sıraların arasında dolaşır, ürünlerini yolculara doğru uzatırlardı. Bu promosyon yöntemi, belleklerimize kazınmıştı. Okulda bile bazen seyyar satıcılık oynar, mutlaka sattığımız eşyanın " Yanında bir de tarak ve ayna vereceğimizi" söylerdik. Hey gidi günler, hey !
Siz hiç " Haydarpaşa vapuru " duydunuz mu ? Yoktu. Bütün vapurlar "Kadıköy vapuru"ydu. Sanki, Haydarpaşa, öksüz çocuk gibiydi. Giderken ve gelirken, Kadıköy vapurları, bir ağabey gibi, Haydarpaşa'ya da uğrardı. Oysa, her ikisinin yolcuları da apayrıydı. Kadıköy yolcuları, Kadıköy'ün (ya da civar semtlerin) yerlileriydi. İşe gider, gelirlerdi. Oysa, Haydarpaşa yolcuları bambaşkaydı. Onlar, özlem dolu, hasret dolu, heyecan dolu, serüven dolu, ayrılık dolu, memleket özlemi dolu olurdu. Haydarpaşa'da inenler arasında, çoğu zaman, tahta bavullarıyla askere gidenleri ya da gelenleri görürdük. İstanbul'un taşı toprağı altındır deyip, taşradan gelenler, Haydarpaşa garından çıktıktan sonra, merdivenleri inmeden, en yüksek noktadan, İstanbul'u süzerler, bir anlamda, kaderlerini ararlardı ...
Tren ile vapurun dostluğu bir başkadır. İzmir'e doğrudan vapurla da gidebilirdiniz; Bandırma'dan buharlı trene aktarma da yapabilirdiniz.
Köroğlu, "tüfeng"in icad olduğunu görünce "Delikli boru bulundu, mertlik bozuldu" diye ne güzel söylemiş. Şimdi bu sözü günümüze uyarlarsak "Hızlı deniz otobüsleri sefere kondu, gemi keyfi bozuldu" diyebilir miyiz ? Ne keyifliydi o vapurlar ! Belki biraz yavaş giderlerdi ama, size bir saltanat sunarlardı. Hele bir de gemide yemek yiyecekseniz; yemekten sonra "ya güvertede 40 adım atmalı, ya da bir şezlonga yan gelip yatmalı"ydınız. Gemi yemekleri bambaşka lezzette olurdu, tadına doyum olmazdı.
KLM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder